Yazar:Bengisu Özenç
2020 yılının ilk aylarında tanıştığımız küresel COVID-19 salgınıyla birlikte, içinde yaşadığımız düzene ilişkin pek çok mesele daha da görünür hale geldi. Bunlardan ilki ve en önemlisi, hiç kuşkusuz ki eşitsizlikler… Virüs riski toplumun tüm kesimleri için eşit bir tehdit oluşturmadığı gibi, virüsün yayılımını engellemeye yönelik önlemlerin etkileri de eşit dağılmadı. Salgından yüksek oranda olumsuz etkilenen kesimlere yönelik destekler ya hiç yoktu ya da salgının etkileri karşısında yetersiz kaldı. Bu eşitsizlikler nedeniyle toplumsal uçurumların derinleştiğine şahit olduk, oluyoruz.
Henüz sonunu göremediğimiz, bu nedenle de bireyler, toplum ve ekonomiler üzerindeki etkilerini tam olarak ortaya koyamadığımız bu salgın bize aynı zamanda, muhtemel diğer salgınları ve öncül etkilerini hali hazırda yaşamakta olduğumuz iklim krizini de düşündürmeye başladı. Bu krizlerin insan-doğa arasındaki ilişkinin bozulan dengesinden kaynaklanması, sınır tanımaması, etkilerinin en kırılgan kesimler üzerinde yoğunlaşması ve mücadelenin ancak küresel seviyede sağlanacak koordinasyon ile mümkün olması, ilk etapta sayabileceğimiz bazı ortak noktalar.
Çok uzaklarda gibi göründen bu risklerin bu kadar yakınımızda olduğunun farkına varmamız hem bize önlemlerin aciliyetini hatırlattı hem de mevcut politikalardaki öncelikleri sorgulamamıza neden oldu. Risklerin gerçekleşmesi durumunda yüz yüze kalacağımız uzun dönemli yıkımların, riskleri önlemek doğrultusunda atılması gereken adımlardan daha maliyetli sonuçlar doğurduğunu yaşayarak öğrenmiş olduk. Hatta, bu adımların tasarımındaki tutarsızlığın ve uygulamasındaki istikrarsızlığın, bizi sorunun çözümüne arzu ettiğimiz hızda ulaştıramayacağı da bu süreçten çıkardığımız bir diğer önemli ders.
Küresel salgın etkisi ile, hiç beklemediğimiz bir anda karşılaştığımız ekonomik durgunluk bize nelerin mümkün olduğunu da gösterdi. Acil bir durum karşısında, küresel olarak sıkı önlemler alınabildiğine ve salgın öncesinde farklı sebeplerle gündeme gelen ama harcanması mümkün olmadığı söylenen tutardaki finansal kaynağın toparlanma için hızlı bir şekilde harekete geçirildiğine şahit olduk. Kurtarma paketlerinin büyüklüğü ülkeden ülkeye farklılık gösterse de devreye alınan mali kaynaklar, 2008-2009 finansal krizinin etkilerini bertaraf etmek için yıllar içerisinde harcanan kaynakları, henüz salgının ilk aylarında geride bırakmıştı bile.
Bu büyüklükte kaynağın bizi eskiye döndürmek üzere harcanması, bugün karşılaştığımız sistemsel krizleri yeniden yaratmak anlamına gelecek. Oysa ki ne eskiye dönecek kadar maddi kaynağımız, ne de kaybedecek zamanımız var. Sürdürülebilir bir geleceğe adım atabilmemiz için bugün, acilen hareket etmemiz gerekiyor. Paris Anlaşması çerçevesinde, bu yüzyıl sonu itibarıyla küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutma hedefiyle bir araya gelen ülkeler, yüzyıl ortasında karbon nötr olacaklarını teker teker açıklamaya başladılar.
Biliyoruz ki, bu hedeflerin yakalanabilmesi ancak kısa dönemli politika ve hedeflerin de uyum içerisinde tasarlanmasına bağlı. Bu nedenle, söz konusu eylemler, acil bir şekilde COVID-sonrası toparlanma gündeminin bir parçası olarak ele alınmalı. Ülkemiz de bir yandan COVID-19 toparlanma politikalarını, sürdürülebilir gelecek vizyonu etrafında tasarlarken, diğer taraftan 191 ülkenin tarafı olduğu Paris Anlaşması’nı onaylayarak küresel iklim değişikliği hareketinin bir parçası haline gelmelidir.